latest

Saniye Dedeoğlu’nun “Migration, Diasporas and Citizenship” kitabı üzerine

01 Eylül 2024

/ by Bisikletli Gazete

 



 

Tuncay Bilecen

Saniye Dedeoğlu’nun Migration, Diasporas and Citizenship adlı kitabı, Londra’da yaşayan Türkiyeli göçmenler üzerine yaptığı saha araştırmasına dayanıyor. Yazar, on beş ay süren çalışması sırasında Türkiyeli göçmenlerin oluşturduğu etnik ekonomiye dahil olan işletme sahipleri, aileler ve sivil toplum örgütü temsilcileriyle konuşmuş ve 60 göçmen kadınla derinlemesine mülakat yöntemiyle ve snowball ve chain-referral tekniklerini kullanarak görüşmeler gerçekleştirmiş.

Londra’da yaşayan Türkiyeli göçmen kadınların etnik ekonomi içindeki konumlarının topluluğun sosyal entegrasyonuna etkisinin tartışıldığı kitabın giriş bölümünde, göçmenlerin deneyimlerinden yola çıkarak, toplumsal eşitsizliğin sonuçlarına odaklanıldığı, teorik ve metodolojik yaklaşımın temelinde bu deneyimin yer aldığı belirtiliyor. Araştırma, Türkiye toplumunun Britanya’ya entegrasyonunda kendi yöntemini geliştirdiği iddiasına dayanıyor. Bunda ise sosyal bağlar, aile ilişkileri ve cinsiyet hayati rol oynuyor yazara göre. Teorik çerçeve birleştirildiğinde Britanya’daki kadın göçmenlerin sosyal entegrasyonunda cinsiyet duyarlılığı bu çalışmanın köşe taşını oluşturuyor.

Kadın emeğini ve sosyal entegrasyonu odağına alan araştırma için niteliksel yöntem ve biyografik yaklaşımın[1] en elverişli çalışma biçimi olduğunu ifade eden yazar, bunu biyografik yaklaşımın bireysel ve diğer ilişkileri ortaya koymada, niteliksel yöntemin ise açık uçlu, yapılandırılmış, derinlemesine görüşmelerle kadınların sesini duyurmadaki etkinliği ile açıklıyor.

Kitap, sekiz bölümden oluşuyor. Giriş bölümünde çalışmanın genel çerçevesi çiziliyor. İkinci bölümde teorik ve ampirik perspektiften cinsiyetin, etnik ekonomi ve göçmenlerin sosyal entegrasyonundaki yerine değinilmiş. Bu bölümde üç ayrı alanı olan göçün, çalışma, sosyal entegrasyon ve bunların birbiriyle ve gender ile olan ilişkisi ele alınıyor. Üçüncü bölümde, Avrupa’da büyüyen Türk etnik ekonomisinin boyutları ve bu ekonominin Avrupa ekonomisine katkısı anlatılmış. Büyüyen etnik ekonominin Avrupa’da yaşayan Türkiyeli göçmenlere sağladığı iş imkânları ve onların hayatta kalma stratejilerine etkisi irdelenmiş. Dördüncü bölüm, literatürde “sessiz” ve “görünmez” olarak ifade edilen Londra’daki Türkiyeli topluluğun tanıtımı ile başlıyor ve kitabın göçmenlerin British ekonomisine katkılarını görünür kılmak iddiası bu bölümde vurgulanıyor. Beşinci bölümde, etnik ekonomi içinde kadınların yaşamları ve motivasyonları irdelenmiş. Bu bölümde kadınların göç içindeki konumlarının akademik ilgiden yoksun olduğu eleştirisi de yer alıyor. Kadının göç üzerindeki etkisi sosyolojik bir bakış açısıyla patriyarşi, evlilik, sosyal ağlar gibi kavramların dolayımında tartışılıyor. Altıncı bölüm, araştırmanın odağını oluşturuyor. Bu bölümde, tekstil sektörünün bitmesinin ardından catering sektörünün patlamasına kadarki süreçte etnik ekonomi içinde kadınların değişen rollerine yer veriliyor. Özellikle aile bazlı işletmelerde kadın emeğinin göz ardı edilmesi saha çalışmasından çeşitli örneklerle açıklanıyor. Bu bölümde kadınların gerek aile ekonomisi gerekse aile kurumu içerisindeki dezavantajlı konumlarına ilişkin pek çok doyurucu, çarpıcı örnek bulmak mümkün. Yedinci bölümde, yazarın sosyal entegrasyonda zigzag yol (zigzag path) olarak tanımladığı kadının sosyal entegrasyonu ile çalışma hayatı arasındaki paradoksal ilişkisine yer verilmiş. Dedeoğlu, bu bölümde, literatürün aksine 1. kuşak kadınların çocuklarının entegrasyonu ve başarısı için verdikleri çabaya işaret ediyor. Kitabın sonuç bölümünde ise araştırmaya ilişkin genel bir özetin ardından, kadınların ana akım topluma entegrasyonu, etnik ekonomi içindeki anne, eş, kız kardeş olarak geleneksel rollerinin bu entegrasyon süreçlerine etkisi (zigzag paths to social integration) değerlendiriliyor. (s.12-15). Kitabın sekiz bölümü sayfa sayısı bakımından son derece dengeli dağılmış. Ancak yazarın, kadınların etnik ekonomi içerisindeki konumlarına ilişkin yaptığı tespitler kitabın farklı bölümleri içerisinde çok fazla tekrar edilmiş. Bu da okuyucuda ben bu kısmı daha önce okumuştum hissiyatı uyandırıyor.

Göç literatüründe kadının pozisyonu konu alan çalışmaların sayısında son yıllarda gözle görülür bir artış yaşanıyor. Kitabın metodolojisine ilişkin yapılan tartışmada kadınların göç ettikleri ülkelerdeki koşullarının akademik çalışmaların çoğunda ihmal edildiği belirtilerek ‘erkek’ odaklı göç literatürüne ilişkin çeşitli eleştiriler getiriliyor. Feminist metodolojinin çoğunlukla niteliksel araştırma araçlarına başvurması, ezilmiş gruplara söz hakkı vermesi, teoriyi test ediyor ve tahminler yürütüyor oluşu, bu metodolojinin seçilme sebebi olarak zikrediliyor. Dedeoğlu, neoliberal teorinin göç kararını parçalara ayırarak yapısal faktörlerle meseleyi bireysel tercihler üzerinden açıkladığı, Marksist yaklaşımın ise göçmenleri yedek işgücü ordusu olarak kapitalizmin gelişimi için proleterleştirilenlere indirgediği görüşünde. Bir başka deyişle bu teoriler göçmenlerin aile ilişkilerini, kurdukları sosyal ağları açıklamakta yetersiz kalıyor yazara göre.

Göçü konu alan çalışmaların önemli bir kısmı, o bölgeyi tam olarak tanımayan geçici olarak araştırma yaptığı sahada bulunan akademisyenler tarafından gerçekleştiriliyor. Dolayısıyla araştırmacı göçmenlerin yaşadıkları sosyo-kültürel çevreyi tam olarak tanıyamadan sınırlı zaman dilimi içerisinde araştırmasını tamamlamak zorunda kalıyor. Dedeoğu, daha önce öğrenci olarak Londra’da yaklaşık on yıl yaşadığı için sözünü ettiğimiz sorunu yaşamamış. Öğrencilik yıllarında göçmen ailelerle yakından ilişki kurmuş olması ve çalışması sırasında Türkiyeli nüfusun yoğun olarak yaşadığı, “Küçük Türkiye” olarak adlandırılan Kuzey Londra’daki Green Lanes bölgesinde ikamet etmesi saha çalışması bağlamında araştırmanın niteliğini artıran diğer unsurlar... Göçmen kadınların sosyal toplantılarına, evlilik törenlerine, dini ayinlerine, kadın günlerine de katılarak onları daha yakından gözlemleme imkânı bulan yazar, “Bu, kadınları patriyarkal baskının dışında gözlemlemek için iyi bir fırsattı” diyor.

Türkiyeli nüfus ağırlıklı olarak Londra’nın kuzeyinde yaşıyor, ticari işletmelerin de çok büyük bir kısmı buralarda yoğunlaşmış durumda. Bu bölgelerde yaşayan Türkiyelilerle örneğin Londra’nın güneyinde yaşayan Türkiyelilerin sosyal ilişkileri, entegrasyon süreçleri birbirinden farklılıklar arz edebilir. Kuzey Londra’da yaşayan bir göçmen gündelik hayatında topluluk içinde sosyalleşirken Güney Londra’da yaşayan bir başka göçmen böylesine güçlü bir ilişki ağı içerisinde yaşamadığı için diğer topluluklarla ilişki kurma ihtiyacı duyabilir. Bu da entegrasyon süreçlerine etki eden bir faktördür. Araştırmada görüşmecilerin seçimi sırasında snow-ball tekniğinin kullanılmış olması örneklemin birbirine yakın özellikler taşıyan kesimlerden oluşmasına sebebiyet verebilir. Kitapta örnekleme ilişkin istatistiki dataya çok az yer verildiği için görüşmecilerin hangi bölgelerden seçildiklerine ilişkin bir bilgimiz bulunmuyor. Bir başka deyişle çalışmanın bütününde sosyal entegrasyona ilişkin tahlillerde Londra’nın bir bütün olarak ele alındığını görüyoruz. 

Çalışmada, Türkiyeli topluluğun mevcut durum analizine geçilmeden önce sosyoloji, antropoloji ve çalışma ekonomisi literatürünün çeşitli göçmen topluluklarının etnik girişimcilikteki konumlarını açıklamak için kullandıkları dezavantaj teorisi, kültürel teori, middleman teori gibi teorik yaklaşımlara yer veriliyor. Etnik ekonomi, göçmenlerin yerleşik hayata geçip sosyal, kültürel ve ekonomik işbirliği ile önce kendi ihtiyaçlarını karşılak üzere kendi işletmelerinin sahibi olmalarıyla ortaya çıkıyor. Dedeoğlu, bu bağlamda girişimciliği göçmenlerin geldikleri ülkedeki dezavantajlı pozisyonlarına bir yanıt olarak yorumluyor.

Türkiye’den göç eden göçmenlerin Londra’da oluşturduğu etnik ekonomiye baktığımızda; tekstil sektörünün Londra’dan çekilmesinin ardından göçmenlerin çoğunlukla off licence, cafe shop, döner kebab houses işlerine yöneldiklerini görüyoruz. Araştırmada, küçük aile işletmeleri şeklinde örgütlenen bu işletmelerin nasıl geliştikleri ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan benzer işleri yapan Türkiyeli göçmenlerle kurdukları ilişkiler detaylı bir şekilde ele alınmış. Türkiyeli göçmenlerin kendi işlerini yapmaya yönelmesi ise dil yeterliliği ve mesleki deneyimi olmayan ve genellikle kırsal kesimden gelen birinci kuşak göçmenler açısından tekstil sektörünün çökmesinin ardından adeta zorunluluk haline gelmişti, şeklinde ifade ediliyor. Yoksulluk nedeniyle yaşanan hareketsizlik, ayrımcılık ve yerel kültüre ilişkin bilgi eksikliği de göçmenleri küçük aile işletmeleri olarak örgütlenmeye teşvik etmektedir. Etnik ekonominin genişlemesinde ikinci kuşak dil yeterliği ve İngiliz sistemini yakından bilmesiyle kolaylaştırıcı bir rol oynamaktadır. Yazar, etnik ekonominin başarısını Türkiyeli topluluğun etnik dayanışmayı harekete geçirmede ve topluluk içi ağları etkin bir biçimde kullanmasındaki etkinliğine bağlıyor. Dükkân açmak için sermaye ihtiyacı bulunan göçmenler çoğunlukla banka kredisi almak yerine akraba, hemşeri ilişkilerinden yararlanıyor.  Topluluk içi dayanışma ağlarının etkili işlemesine ilişkin kitapta çarpıcı örnekler bulunuyor. Tekstil sektöründeyken iflas eden bir göçmenin, off licence açmak için bir günde kapı kapı dolaşarak 75 bin pound topladığını belirtmesi gibi...

Kitapta, Türkiyeli göçmenlerin Britanya ekonomisi içerisindeki mevcut durumlarını ortaya koyan güncel istatistiklere de yer verilmiş. Türkiyeli nüfusun en çok retail ve catering sektörlerin çalıştıklarını, (UK genelinde % 35 ile self employment’ta en yüksek orana Türkiyeliler sahip. Türkiyelilere ait restoran sayısı 1975’te 200’den az iken 2001 yılı itibariyle 15 bine ulaşmış durumda) Türk ve Kürt işçilerdeki işsizlik oranının Londra ortalamasının iki kat üzerinde olduğunu, Türkiyeli topluluk içinde ortalama saatlik kazancın İngiltere ortalamasının oldukça altında olduğu gibi daha birçok güncel istatistiki bilgiye ulaşmak mümkün. Londra’da döner take aways, corner shops, coffe shopların sayısının son yıllarda artması bir taraftan Türkiyeli topluluk için yeni iş imkânları doğururken diğer taraftan topluluk içi sömürü ilişkilerini aşikâr ediyor. Aile bazlı bu işletmelerde yoğun olarak ücretsiz ya da düşük ücretli aile içi emek kullanılıyor. Diğer taraftan etnik ekonominin genişlemesi yeni göçmen akımına bağlı.  Çünkü bu göçmenler etnik ekonominin insan kaynağını oluşturuyor. Bu bakımdan Londra’ya yeni ulaşan göçmenler ve öğrencilerin “emeği ethnic enclave”nin merkezinde yer alıyor. Ankara Anlaşması’ndan yararlanmak suretiyle oturum almak için ortalama beş yıllarını zor koşullar altında çalışarak geçirmek zorunda olan göçmenler, öğrenciler, kaçak göçmenler bu sözünü ettiğimiz grup içinde yer alıyor. Dedeoğlu uzun saatler düşük ücretlerle çalıştırılan bu emeği; ucuz ve uysal emek olarak tanımlıyor. Aile üyeleri Türkiye etnik ekonomisi içindeki en temel emek gücünü oluşturmakta, yeni emek ihtiyacı da bu çemberin içinden karşılanmaktadır. Bunun anlamı; ucuz, uygun ve uysal emektir. Bu sömürü çarkı Britanya’da etnik ekonominin başarısının nedenidir.

Buradan kitabın özgün tarafı olan kadınların etnik ekonomi içerisindeki rolü ve bunun sosyal entegrasyon süreçlerine etkine geçebiliriz. Dedeoğlu’na göre aile bazlı işletmelerin gelişmesinin köşe taşını kadın emeğinin sömürüsü oluşturuyor. Yazar, feminist teorinin cinsiyet konusundaki yaklaşımını takip ederek kadın göçmenlerin kocalarının takip eden, eğitimsiz, patriyarkal kültürün ve değerlerin kurbanları olduklarına ilişkin “genellemeci” yaklaşımlara itiraz ediyor. Bu itirazlardan biri genel görüşün aksine kadınların göç süreçlerinde aktif olarak rol oynadıkları iddiasına dayanıyor. Bir başka itiraz ise (İngiltere’deki 2001 nüfus sayımının da gösterdiği gibi) Türkiyeli göçmenler arasında kadın ve erkek oranının neredeyse eşitlenmiş olduğu dolayısıyla kadının evlilik yoluyla göç sürecine dahil olduğunu savunan ve kadını göç sürecinde ikincil plana atan erkek odaklı göç çalışmaların artık miadını doldurduğuna ilişkin.   

Kadının etnik ekonomi içerisinde değişen rolünün onun sosyo ekonomik pozisyonunu nasıl etkilediği kitabın üzerinde yoğunlaştığı bir başka konu başlığı. Tekstil sektöründe çalıştıkları sırada ekonomik gücü elde ettikleri için kadınların bugüne kıyasla aile içindeki konumları daha güçlüydü. Tekstil sektörünün bitme noktasına gelmesiyle birlikte kadın geleneksel annelik ve eşlik rollerine geri döndü. Aile ekonomisi içerisinde kadının görünmez emeği işte bu arka plan etrafında şekilleniyor. Çünkü küçük ölçekli aile işletmeleri kadına informal, ücretsiz çalışma koşulları altında annelik, kardeşlik, eşlik statüsü veriyor. Kadın hiçbir zaman kelimenin tam anlamıyla bir “çalışan” olamıyor. (Kadınların % 60’ı ücretsiz çalışıyor ve iş yaşamındaki konumları belirsiz.) Oysa diyor Dedeoğlu, kadınların Türkiye etnik ekonomisi içerisindeki rolü yalnızca ödenmemiş veya ucuz emekle sınırlı değil kadınlar aynı zamanda etnik, dini ve kültürel kimliğin taşıyıcısı… Kadın göçmenler ulusal ideoloji ve kimliğin üretilmesinde baskın rol oynuyor. Çocuk yetiştirme sosyal ve dini pratiklerde kadın sembolik bir figür. Kitap bu bakımdan kadınların bu “kaderi” üstlenme, değer verme ve temsil etme kapasitesine de özel bir önem atfediyor. 

Aile ekonomisi dışında çalışanların durumu da çok farklı değil. Etnik ekonomi içerisinde minimum ücretin altında, uzun süreli çalışan kadınlar sosyal yardımların kesilmemesi için bu duruma katlanmak zorunda kalıyorlar. Dil yeterlilikleri olmadığı için “ethnic enclave”nin dışına çıkamıyorlar. Ancak burada aile ekonomisi ve etnik ekonomi içerisinde çalışan erkeklerin durumunun da çok farklı olmadığını vurgulamak gerekiyor. “Aile büyüğü”nün (baba, büyük abi) otoritesi altında, geleneksel ilişkilerin çarkları arasına sıkışan erkekler için de kadınlarınkinden farklı çalışma koşulları bulunmuyor. Dolayısıyla etnik ekonominin yükselişinde görünmez olan -her ne kadar en dezavantajlı grubu oluştursa da- sadece kadın emeği değil, emeğin kendisi. Sendikal örgütlülük açısından da baktığımızda İngiltere’deki sendikal örgütlülüğün en düşük olduğu sektörlerin başında yiyecek servisi sektörü (food service) geliyor.[2]

Göçmenlerin bulundukları ülkenin bir parçası haline gelmesi anlamına gelen “entegrasyon” bitimsiz bir sürece işaret eder. Entegrasyonun kültürel, ekonomik, sosyal, politik birçok boyutu bulunmaktadır. Kitapta, Batı’da son yıllarda “entegrasyon” kavramını “çok kültürlülük” yaklaşımı içinde değerlendiren yaklaşımlara Feminist Okul’un görüşleri doğrultusunda eleştiriler getiriliyor. Patriyarkallığın çok kültürlü politikanın doğasında bulunduğu, bu görüşün erkeğin liderliğini tartışmaya açmadığı dolayısıyla bir bakıma geleneksel değerleri yeniden ürettiği (örneğin yerel şiddete ilişkin bir şey söylemeyerek) şeklinde özetlenebilecek bu eleştirilerde liberal toleransın özel alanda değişik göçmen gruplarına haklar sağlayabilse de kadınların eşitsiz konumuna değinmediğini dile getiriliyor.

Teorik tartışmalarda entegrasyon konusunun genellikle cinsiyet körü bir biçimde ele alındığını dile getiren Dedeoğlu, kadının sosyal entegrasyondaki katkısını zigzag yol (zigzag path) olarak tanımlıyor. Buna göre, kadınların bulundukları ülkeye entegrasyonu ile çalışmaları ve etnik ekonomiye katkıları arasında ters yönde bir ilişki var. Çünkü kadının etnik ekonomiye katkısı onu British toplumuna entegre olmaktan alıkoyuyor. Buna karşın kadın çocuklarının entegrasyonu ve başarısı için büyük çaba harcıyor.  Yazar bu noktada, göçmenlerin entegrasyonunun birçok boyutu olduğuna dikkat çekiyor. Politika yapıcılar öncelikli olarak göçmenlerin ekonomik entegrasyonunu sağlamakla ilgileniyorlar. Bu da göçmenlerin sosyal entegrasyonunun başarısızlığı ile sonuçlanıyor. Örneğin göçmenler emek piyasasına entegre olurken sivil toplum alanının ve politik süreçlerin dışında kalabilirler. Başka bir deyişle göçmenler yurttaş olabilirler ancak eğitim ve iş olanaklarına ulaşmada sorunlar yaşayabilirler. Bu durum Türkiyeli göçmenlerde uzun süre mülteci statüsünde bekleyerek ana akım toplumdan dışlanmaları şeklinde tezahür etmiştir.

Literatürde “invisible” ve “silent” community olarak yer eden Türkiyeli göçmenlerin, farklı etnik / mezhepsel kökenler içinde  “görünürlüğünü” ve Britanya ekonomisine verdiği katkıyı elen alan bu çalışmada, göçmenler arasındaki etnik ve mezhepsel farklılıklara ve bunun göçmenlerin sosyal, ekonomik, siyasal ilişkilerine nasıl yansıdığına değinilmiş. Ancak sözü edilen kimliklerin kitabın odağında yer alan “kadın” (gender) ve “entegrasyon” kavramlarına nasıl etkide bulunduğuna yetirince yer verilmemiş. Örneğin Kıbrıslı Türkler, Türkler ve Kürtler’in (veya Alevi, Sünni)[3] birbirinden çok farklı karakterlere sahip olan göç etme süreçleri araştırmada chain migration and social networks bağlamında ifade edilmiş iken, bu etnik ve mezhepsel ayrımların etnik ekonomiye, entegrasyon süreçlerine nasıl yansıdığı üzerinde çok durulmamış. Bunda feminist okulun kimi zaman göçmenlerin sınıfsal ve kimlik pozisyonlarını dışarıda bırakan yaklaşımının etkisi olabilir. Bu nedenle, belki de kitabın girişinde açıklanması gereken söz konusu mezhepsel, etnik ayrımlara kitabın ancak 76. Sayfasından itibaren yer verilmeye başlanıyor. Aynı şekilde, örnekleme ilişkin sınırlı tutulan istatistiksel veride de görüşülen kadınların etnik ve mezhepsel dağılımlarını görmüyoruz.

Sonuç olarak, Saniye Dedeoğlu’nun kitabı bize Londra’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin oluşturdukları etnik ekonominin boyutlarını kendi tarihselliği içerisinde anlama imkânı verirken, göç yazınındaki kimi kalıplaşmış yaklaşımlara da eleştirel bir gözle bakılmasını sağlıyor. Kadınların göçmenlerin sosyal entegrasyonlarındaki rolleri bunlardan sadece biri...

 

*Bu yazı 2015’te Migration Letters dergisinde İngilizce olarak yayınlanmıştır.

https://www.proquest.com/openview/b4777828c2b14d4d2d8625df888cbbe0/1?pq-origsite=gscholar&cbl=456300



[1] Biyografik yaklaşım ile ilgili kapsamlı bilgi için Migration Letters’ın Volume 6, İssue 2 sayısına bakılabilir.

[2] 2013 verilerine göre food service sektöründe çalışanların sadece % 0,9’u sendikalı. https://www.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file/313768/bis-14-p77-trade-union-membership-statistical-bulletin-2013.pdf

[3] Yazar Türkiye’de gördükleri politik baskılar ve ayrımcılıklar nedeniyle Kürt ve Alevi topluluklarını ‘injured’ toplumlar olarak değerlendiriyor. Bu bakımdan kitapta Türkiye’den göçün arkasında yatan politik, sosyo-etnik ve dini sebeplere yer veriliyor. 

Hiç yorum yok

Yorum Gönder

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan