Tuncay
Bilecen
Saniye Dedeoğlu’nun Migration, Diasporas and Citizenship adlı kitabı, Londra’da yaşayan Türkiyeli göçmenler üzerine yaptığı saha araştırmasına dayanıyor. Yazar, on beş ay süren çalışması sırasında Türkiyeli göçmenlerin oluşturduğu etnik ekonomiye dahil olan işletme sahipleri, aileler ve sivil toplum örgütü temsilcileriyle konuşmuş ve 60 göçmen kadınla derinlemesine mülakat yöntemiyle ve snowball ve chain-referral tekniklerini kullanarak görüşmeler gerçekleştirmiş.
Londra’da
yaşayan Türkiyeli göçmen kadınların etnik ekonomi içindeki konumlarının
topluluğun sosyal entegrasyonuna etkisinin tartışıldığı kitabın giriş
bölümünde, göçmenlerin deneyimlerinden yola çıkarak, toplumsal eşitsizliğin
sonuçlarına odaklanıldığı, teorik ve metodolojik yaklaşımın temelinde bu
deneyimin yer aldığı belirtiliyor. Araştırma, Türkiye toplumunun Britanya’ya
entegrasyonunda kendi yöntemini geliştirdiği iddiasına dayanıyor. Bunda ise sosyal
bağlar, aile ilişkileri ve cinsiyet hayati rol oynuyor yazara göre. Teorik
çerçeve birleştirildiğinde Britanya’daki kadın göçmenlerin sosyal
entegrasyonunda cinsiyet duyarlılığı bu çalışmanın köşe taşını oluşturuyor.
Kadın
emeğini ve sosyal entegrasyonu odağına alan araştırma için niteliksel yöntem ve
biyografik yaklaşımın[1]
en elverişli çalışma biçimi olduğunu ifade eden yazar, bunu biyografik yaklaşımın bireysel ve diğer ilişkileri ortaya koymada,
niteliksel yöntemin ise açık uçlu, yapılandırılmış, derinlemesine görüşmelerle
kadınların sesini duyurmadaki etkinliği ile açıklıyor.
Kitap, sekiz
bölümden oluşuyor. Giriş bölümünde çalışmanın genel çerçevesi çiziliyor. İkinci
bölümde teorik ve ampirik perspektiften cinsiyetin, etnik ekonomi ve
göçmenlerin sosyal entegrasyonundaki yerine değinilmiş. Bu bölümde üç ayrı
alanı olan göçün, çalışma, sosyal entegrasyon ve bunların birbiriyle ve gender
ile olan ilişkisi ele alınıyor. Üçüncü
bölümde, Avrupa’da büyüyen Türk etnik ekonomisinin boyutları ve bu ekonominin
Avrupa ekonomisine katkısı anlatılmış. Büyüyen etnik ekonominin Avrupa’da yaşayan
Türkiyeli göçmenlere sağladığı iş imkânları ve onların hayatta kalma
stratejilerine etkisi irdelenmiş. Dördüncü bölüm, literatürde “sessiz” ve
“görünmez” olarak ifade edilen Londra’daki Türkiyeli topluluğun tanıtımı ile
başlıyor ve kitabın göçmenlerin British ekonomisine katkılarını görünür kılmak
iddiası bu bölümde vurgulanıyor. Beşinci bölümde, etnik ekonomi içinde
kadınların yaşamları ve motivasyonları irdelenmiş. Bu bölümde kadınların göç
içindeki konumlarının akademik ilgiden yoksun olduğu eleştirisi de yer alıyor.
Kadının göç üzerindeki etkisi sosyolojik bir bakış açısıyla patriyarşi,
evlilik, sosyal ağlar gibi kavramların dolayımında tartışılıyor. Altıncı bölüm,
araştırmanın odağını oluşturuyor. Bu bölümde, tekstil sektörünün bitmesinin
ardından catering sektörünün patlamasına kadarki süreçte etnik ekonomi içinde
kadınların değişen rollerine yer veriliyor. Özellikle aile bazlı işletmelerde
kadın emeğinin göz ardı edilmesi saha çalışmasından çeşitli örneklerle
açıklanıyor. Bu bölümde kadınların gerek aile ekonomisi gerekse aile kurumu
içerisindeki dezavantajlı konumlarına ilişkin pek çok doyurucu, çarpıcı örnek
bulmak mümkün. Yedinci bölümde, yazarın sosyal entegrasyonda zigzag yol (zigzag
path) olarak tanımladığı kadının sosyal entegrasyonu ile çalışma hayatı
arasındaki paradoksal ilişkisine yer verilmiş. Dedeoğlu, bu bölümde,
literatürün aksine 1. kuşak kadınların çocuklarının entegrasyonu ve başarısı
için verdikleri çabaya işaret ediyor. Kitabın sonuç bölümünde ise araştırmaya
ilişkin genel bir özetin ardından, kadınların ana akım topluma entegrasyonu,
etnik ekonomi içindeki anne, eş, kız kardeş olarak geleneksel rollerinin bu
entegrasyon süreçlerine etkisi (zigzag paths to social integration)
değerlendiriliyor. (s.12-15). Kitabın sekiz bölümü sayfa sayısı bakımından son
derece dengeli dağılmış. Ancak yazarın, kadınların etnik ekonomi içerisindeki
konumlarına ilişkin yaptığı tespitler kitabın farklı bölümleri içerisinde çok
fazla tekrar edilmiş. Bu da okuyucuda ben bu kısmı daha önce okumuştum
hissiyatı uyandırıyor.
Göç
literatüründe kadının pozisyonu konu alan çalışmaların sayısında son yıllarda
gözle görülür bir artış yaşanıyor. Kitabın metodolojisine ilişkin yapılan
tartışmada kadınların göç ettikleri ülkelerdeki koşullarının akademik
çalışmaların çoğunda ihmal edildiği belirtilerek ‘erkek’ odaklı göç
literatürüne ilişkin çeşitli eleştiriler getiriliyor. Feminist metodolojinin
çoğunlukla niteliksel araştırma araçlarına başvurması, ezilmiş gruplara söz
hakkı vermesi, teoriyi test ediyor ve tahminler yürütüyor oluşu, bu metodolojinin
seçilme sebebi olarak zikrediliyor. Dedeoğlu, neoliberal teorinin göç kararını
parçalara ayırarak yapısal faktörlerle meseleyi bireysel tercihler üzerinden
açıkladığı, Marksist yaklaşımın ise göçmenleri yedek işgücü ordusu olarak
kapitalizmin gelişimi için proleterleştirilenlere indirgediği görüşünde. Bir
başka deyişle bu teoriler göçmenlerin aile ilişkilerini, kurdukları sosyal
ağları açıklamakta yetersiz kalıyor yazara göre.
Göçü konu
alan çalışmaların önemli bir kısmı, o bölgeyi tam olarak tanımayan geçici
olarak araştırma yaptığı sahada bulunan akademisyenler tarafından
gerçekleştiriliyor. Dolayısıyla araştırmacı göçmenlerin yaşadıkları
sosyo-kültürel çevreyi tam olarak tanıyamadan sınırlı zaman dilimi içerisinde
araştırmasını tamamlamak zorunda kalıyor. Dedeoğu, daha önce öğrenci olarak
Londra’da yaklaşık on yıl yaşadığı için sözünü ettiğimiz sorunu yaşamamış.
Öğrencilik yıllarında göçmen ailelerle yakından ilişki kurmuş olması ve
çalışması sırasında Türkiyeli nüfusun yoğun olarak yaşadığı, “Küçük Türkiye”
olarak adlandırılan Kuzey Londra’daki Green Lanes bölgesinde ikamet etmesi saha
çalışması bağlamında araştırmanın niteliğini artıran diğer unsurlar... Göçmen
kadınların sosyal toplantılarına, evlilik törenlerine, dini ayinlerine, kadın
günlerine de katılarak onları daha yakından gözlemleme imkânı bulan yazar, “Bu,
kadınları patriyarkal baskının dışında gözlemlemek için iyi bir fırsattı”
diyor.
Türkiyeli
nüfus ağırlıklı olarak Londra’nın kuzeyinde yaşıyor, ticari işletmelerin de çok
büyük bir kısmı buralarda yoğunlaşmış durumda. Bu bölgelerde yaşayan
Türkiyelilerle örneğin Londra’nın güneyinde yaşayan Türkiyelilerin sosyal
ilişkileri, entegrasyon süreçleri birbirinden farklılıklar arz edebilir. Kuzey
Londra’da yaşayan bir göçmen gündelik hayatında topluluk içinde sosyalleşirken
Güney Londra’da yaşayan bir başka göçmen böylesine güçlü bir ilişki ağı
içerisinde yaşamadığı için diğer topluluklarla ilişki kurma ihtiyacı duyabilir.
Bu da entegrasyon süreçlerine etki eden bir faktördür. Araştırmada
görüşmecilerin seçimi sırasında snow-ball tekniğinin kullanılmış olması
örneklemin birbirine yakın özellikler taşıyan kesimlerden oluşmasına sebebiyet
verebilir. Kitapta örnekleme ilişkin istatistiki dataya çok az yer verildiği
için görüşmecilerin hangi bölgelerden seçildiklerine ilişkin bir bilgimiz
bulunmuyor. Bir başka deyişle çalışmanın bütününde sosyal entegrasyona ilişkin
tahlillerde Londra’nın bir bütün olarak ele alındığını görüyoruz.
Çalışmada,
Türkiyeli topluluğun mevcut durum analizine geçilmeden önce sosyoloji,
antropoloji ve çalışma ekonomisi literatürünün çeşitli göçmen topluluklarının
etnik girişimcilikteki konumlarını açıklamak için kullandıkları dezavantaj
teorisi, kültürel teori, middleman teori gibi teorik yaklaşımlara yer
veriliyor. Etnik ekonomi, göçmenlerin yerleşik hayata geçip sosyal, kültürel ve
ekonomik işbirliği ile önce kendi ihtiyaçlarını karşılak üzere kendi
işletmelerinin sahibi olmalarıyla ortaya çıkıyor. Dedeoğlu, bu bağlamda
girişimciliği göçmenlerin geldikleri ülkedeki dezavantajlı pozisyonlarına bir
yanıt olarak yorumluyor.
Türkiye’den
göç eden göçmenlerin Londra’da oluşturduğu etnik ekonomiye baktığımızda;
tekstil sektörünün Londra’dan çekilmesinin ardından göçmenlerin çoğunlukla off
licence, cafe shop, döner kebab houses işlerine yöneldiklerini görüyoruz.
Araştırmada, küçük aile işletmeleri şeklinde örgütlenen bu işletmelerin nasıl
geliştikleri ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan benzer işleri yapan Türkiyeli
göçmenlerle kurdukları ilişkiler detaylı bir şekilde ele alınmış. Türkiyeli göçmenlerin kendi işlerini yapmaya yönelmesi ise
dil yeterliliği ve mesleki deneyimi olmayan ve genellikle kırsal kesimden gelen
birinci kuşak göçmenler açısından tekstil sektörünün çökmesinin ardından adeta
zorunluluk haline gelmişti, şeklinde ifade ediliyor. Yoksulluk nedeniyle
yaşanan hareketsizlik, ayrımcılık ve yerel kültüre ilişkin bilgi eksikliği de
göçmenleri küçük aile işletmeleri olarak örgütlenmeye teşvik etmektedir. Etnik
ekonominin genişlemesinde ikinci kuşak dil yeterliği ve İngiliz sistemini yakından
bilmesiyle kolaylaştırıcı bir rol oynamaktadır. Yazar, etnik ekonominin
başarısını Türkiyeli topluluğun etnik dayanışmayı harekete geçirmede ve
topluluk içi ağları etkin bir biçimde kullanmasındaki etkinliğine bağlıyor. Dükkân
açmak için sermaye ihtiyacı bulunan göçmenler çoğunlukla banka kredisi almak
yerine akraba, hemşeri ilişkilerinden yararlanıyor. Topluluk içi dayanışma ağlarının etkili
işlemesine ilişkin kitapta çarpıcı örnekler bulunuyor. Tekstil sektöründeyken
iflas eden bir göçmenin, off licence açmak için bir günde kapı kapı dolaşarak
75 bin pound topladığını belirtmesi gibi...
Kitapta,
Türkiyeli göçmenlerin Britanya ekonomisi içerisindeki mevcut durumlarını ortaya
koyan güncel istatistiklere de yer verilmiş. Türkiyeli nüfusun en çok retail ve
catering sektörlerin çalıştıklarını, (UK genelinde % 35 ile self employment’ta
en yüksek orana Türkiyeliler sahip. Türkiyelilere ait restoran sayısı 1975’te
200’den az iken 2001 yılı itibariyle 15 bine ulaşmış durumda) Türk ve Kürt
işçilerdeki işsizlik oranının Londra ortalamasının iki kat üzerinde olduğunu,
Türkiyeli topluluk içinde ortalama saatlik kazancın İngiltere ortalamasının
oldukça altında olduğu gibi daha birçok güncel istatistiki bilgiye ulaşmak
mümkün. Londra’da döner take aways, corner shops, coffe
shopların sayısının son yıllarda artması bir taraftan Türkiyeli topluluk için
yeni iş imkânları doğururken diğer taraftan topluluk içi sömürü ilişkilerini
aşikâr ediyor. Aile bazlı bu işletmelerde yoğun olarak ücretsiz ya da düşük
ücretli aile içi emek kullanılıyor. Diğer taraftan etnik ekonominin genişlemesi
yeni göçmen akımına bağlı. Çünkü bu
göçmenler etnik ekonominin insan kaynağını oluşturuyor. Bu bakımdan Londra’ya
yeni ulaşan göçmenler ve öğrencilerin “emeği ethnic enclave”nin merkezinde yer
alıyor. Ankara Anlaşması’ndan yararlanmak suretiyle oturum almak için ortalama
beş yıllarını zor koşullar altında çalışarak geçirmek zorunda olan göçmenler,
öğrenciler, kaçak göçmenler bu sözünü ettiğimiz grup içinde yer alıyor.
Dedeoğlu uzun saatler düşük ücretlerle çalıştırılan bu emeği; ucuz ve uysal
emek olarak tanımlıyor. Aile üyeleri Türkiye etnik ekonomisi içindeki en temel
emek gücünü oluşturmakta, yeni emek ihtiyacı da bu çemberin içinden
karşılanmaktadır. Bunun anlamı; ucuz, uygun ve uysal emektir. Bu sömürü çarkı
Britanya’da etnik ekonominin başarısının nedenidir.
Buradan
kitabın özgün tarafı olan kadınların etnik ekonomi içerisindeki rolü ve bunun
sosyal entegrasyon süreçlerine etkine geçebiliriz. Dedeoğlu’na göre aile bazlı
işletmelerin gelişmesinin köşe taşını kadın emeğinin sömürüsü oluşturuyor.
Yazar, feminist teorinin cinsiyet konusundaki yaklaşımını takip ederek kadın
göçmenlerin kocalarının takip eden, eğitimsiz, patriyarkal kültürün ve
değerlerin kurbanları olduklarına ilişkin “genellemeci” yaklaşımlara itiraz ediyor.
Bu itirazlardan biri genel görüşün aksine kadınların göç süreçlerinde aktif
olarak rol oynadıkları iddiasına dayanıyor. Bir başka itiraz ise
(İngiltere’deki 2001 nüfus sayımının da gösterdiği gibi) Türkiyeli göçmenler
arasında kadın ve erkek oranının neredeyse eşitlenmiş olduğu dolayısıyla
kadının evlilik yoluyla göç sürecine dahil olduğunu savunan ve kadını göç
sürecinde ikincil plana atan erkek odaklı göç çalışmaların artık miadını
doldurduğuna ilişkin.
Kadının
etnik ekonomi içerisinde değişen rolünün onun sosyo ekonomik pozisyonunu nasıl
etkilediği kitabın üzerinde yoğunlaştığı bir başka konu başlığı. Tekstil
sektöründe çalıştıkları sırada ekonomik gücü elde ettikleri için kadınların
bugüne kıyasla aile içindeki konumları daha güçlüydü. Tekstil sektörünün bitme
noktasına gelmesiyle birlikte kadın geleneksel annelik ve eşlik rollerine geri
döndü. Aile ekonomisi içerisinde kadının görünmez emeği işte bu arka plan
etrafında şekilleniyor. Çünkü küçük ölçekli aile işletmeleri kadına informal,
ücretsiz çalışma koşulları altında annelik, kardeşlik, eşlik statüsü veriyor.
Kadın hiçbir zaman kelimenin tam anlamıyla bir “çalışan” olamıyor. (Kadınların
% 60’ı ücretsiz çalışıyor ve iş yaşamındaki konumları belirsiz.) Oysa diyor
Dedeoğlu, kadınların Türkiye etnik ekonomisi içerisindeki rolü yalnızca
ödenmemiş veya ucuz emekle sınırlı değil kadınlar aynı zamanda etnik, dini ve
kültürel kimliğin taşıyıcısı… Kadın göçmenler ulusal ideoloji ve kimliğin
üretilmesinde baskın rol oynuyor. Çocuk yetiştirme sosyal ve dini pratiklerde
kadın sembolik bir figür. Kitap bu bakımdan kadınların bu “kaderi” üstlenme,
değer verme ve temsil etme kapasitesine de özel bir önem atfediyor.
Aile
ekonomisi dışında çalışanların durumu da çok farklı değil. Etnik ekonomi
içerisinde minimum ücretin altında, uzun süreli çalışan kadınlar sosyal
yardımların kesilmemesi için bu duruma katlanmak zorunda kalıyorlar. Dil
yeterlilikleri olmadığı için “ethnic enclave”nin dışına çıkamıyorlar. Ancak
burada aile ekonomisi ve etnik ekonomi içerisinde çalışan erkeklerin durumunun
da çok farklı olmadığını vurgulamak gerekiyor. “Aile büyüğü”nün (baba, büyük
abi) otoritesi altında, geleneksel ilişkilerin çarkları arasına sıkışan
erkekler için de kadınlarınkinden farklı çalışma koşulları bulunmuyor. Dolayısıyla
etnik ekonominin yükselişinde görünmez olan -her ne kadar en dezavantajlı grubu
oluştursa da- sadece kadın emeği değil, emeğin kendisi. Sendikal örgütlülük
açısından da baktığımızda İngiltere’deki sendikal örgütlülüğün en düşük olduğu
sektörlerin başında yiyecek servisi sektörü (food service) geliyor.[2]
Göçmenlerin
bulundukları ülkenin bir parçası haline gelmesi anlamına gelen “entegrasyon”
bitimsiz bir sürece işaret eder. Entegrasyonun kültürel, ekonomik, sosyal,
politik birçok boyutu bulunmaktadır. Kitapta, Batı’da son yıllarda
“entegrasyon” kavramını “çok kültürlülük” yaklaşımı içinde değerlendiren
yaklaşımlara Feminist Okul’un görüşleri doğrultusunda eleştiriler getiriliyor.
Patriyarkallığın çok kültürlü politikanın doğasında bulunduğu, bu görüşün
erkeğin liderliğini tartışmaya açmadığı dolayısıyla bir bakıma geleneksel
değerleri yeniden ürettiği (örneğin yerel şiddete ilişkin bir şey söylemeyerek)
şeklinde özetlenebilecek bu eleştirilerde liberal toleransın özel alanda
değişik göçmen gruplarına haklar sağlayabilse de kadınların eşitsiz konumuna
değinmediğini dile getiriliyor.
Teorik
tartışmalarda entegrasyon konusunun genellikle cinsiyet körü bir biçimde ele
alındığını dile getiren Dedeoğlu, kadının sosyal entegrasyondaki katkısını
zigzag yol (zigzag path) olarak tanımlıyor. Buna göre, kadınların bulundukları
ülkeye entegrasyonu ile çalışmaları ve etnik ekonomiye katkıları arasında ters
yönde bir ilişki var. Çünkü kadının etnik ekonomiye katkısı onu British
toplumuna entegre olmaktan alıkoyuyor. Buna karşın kadın çocuklarının
entegrasyonu ve başarısı için büyük çaba harcıyor. Yazar bu noktada, göçmenlerin entegrasyonunun
birçok boyutu olduğuna dikkat çekiyor. Politika yapıcılar öncelikli olarak
göçmenlerin ekonomik entegrasyonunu sağlamakla ilgileniyorlar. Bu da
göçmenlerin sosyal entegrasyonunun başarısızlığı ile sonuçlanıyor. Örneğin
göçmenler emek piyasasına entegre olurken sivil toplum alanının ve politik
süreçlerin dışında kalabilirler. Başka bir deyişle göçmenler yurttaş
olabilirler ancak eğitim ve iş olanaklarına ulaşmada sorunlar yaşayabilirler.
Bu durum Türkiyeli göçmenlerde uzun süre mülteci statüsünde bekleyerek ana akım
toplumdan dışlanmaları şeklinde tezahür etmiştir.
Literatürde
“invisible” ve “silent” community olarak yer eden Türkiyeli göçmenlerin, farklı
etnik / mezhepsel kökenler içinde
“görünürlüğünü” ve Britanya ekonomisine verdiği katkıyı elen alan bu
çalışmada, göçmenler arasındaki etnik ve mezhepsel farklılıklara ve bunun
göçmenlerin sosyal, ekonomik, siyasal ilişkilerine nasıl yansıdığına
değinilmiş. Ancak sözü edilen kimliklerin kitabın odağında yer alan “kadın”
(gender) ve “entegrasyon” kavramlarına nasıl etkide bulunduğuna yetirince yer
verilmemiş. Örneğin Kıbrıslı Türkler, Türkler ve Kürtler’in (veya Alevi, Sünni)[3]
birbirinden çok farklı karakterlere sahip olan göç etme süreçleri araştırmada
chain migration and social networks bağlamında ifade edilmiş iken, bu etnik ve
mezhepsel ayrımların etnik ekonomiye, entegrasyon süreçlerine nasıl yansıdığı
üzerinde çok durulmamış. Bunda feminist okulun kimi zaman göçmenlerin sınıfsal
ve kimlik pozisyonlarını dışarıda bırakan yaklaşımının etkisi olabilir. Bu
nedenle, belki de kitabın girişinde açıklanması gereken söz konusu mezhepsel,
etnik ayrımlara kitabın ancak 76. Sayfasından itibaren yer verilmeye başlanıyor.
Aynı şekilde, örnekleme ilişkin sınırlı tutulan istatistiksel veride de görüşülen
kadınların etnik ve mezhepsel dağılımlarını görmüyoruz.
Sonuç
olarak, Saniye Dedeoğlu’nun kitabı bize Londra’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin
oluşturdukları etnik ekonominin boyutlarını kendi tarihselliği içerisinde
anlama imkânı verirken, göç yazınındaki kimi kalıplaşmış yaklaşımlara da
eleştirel bir gözle bakılmasını sağlıyor. Kadınların göçmenlerin sosyal
entegrasyonlarındaki rolleri bunlardan sadece biri...
*Bu yazı 2015’te
Migration Letters dergisinde İngilizce olarak yayınlanmıştır.
https://www.proquest.com/openview/b4777828c2b14d4d2d8625df888cbbe0/1?pq-origsite=gscholar&cbl=456300
[1] Biyografik yaklaşım ile ilgili kapsamlı bilgi için Migration
Letters’ın Volume 6, İssue 2 sayısına bakılabilir.
[2] 2013
verilerine göre food service sektöründe çalışanların sadece % 0,9’u sendikalı.
https://www.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file/313768/bis-14-p77-trade-union-membership-statistical-bulletin-2013.pdf
[3] Yazar
Türkiye’de gördükleri politik baskılar ve ayrımcılıklar nedeniyle Kürt ve Alevi
topluluklarını ‘injured’ toplumlar olarak değerlendiriyor. Bu bakımdan kitapta
Türkiye’den göçün arkasında yatan politik, sosyo-etnik ve dini sebeplere yer
veriliyor.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder